Gürültünün sessizliği
Saime Tuğrul
Türkiye’nin gürültülü bir toplum olmasına alışkınız. Her gün korna seslerinin ritmiyle, “transa geçmiş” motorlu araçlar sokakları inletir. Mağazalardan taşan müzikler, dışardan geçen gürültülü kalabalığı içine alabilme dürtüsüyle, farklı şeyler çalsalar da, aynı haykırışla üstünüze gelirler. Sokaklardaki sesler satıcıların bağrışlarına, hoparlörlü ezan seslerine karışır.
Bu gürültü, kuşkusuz sadece mekanik sesler düzeyinde kalmaz. Kollektifin ortak, “tek” doksal sesi, televizyonlar, gazeteler aracılığıyla evlerin içinde de varlıklarını sürdürürler. Sergiledikleri korkunç görüntüler ile birlikte yüreklerimizi de işgal ederler. Yüreği yananlar orduları olarak, ortak gürültülü söyleme katılırlar ve kollektifin sesi daha da yükselir.
Çok küçük yaşlardan itibaren bize, aile, okul, iş ve sosyal hayatlar içinde, “kollektifin gürültülü sesinin”, hep sizin ufak sesinizden –bu nasihat düzeyinde bile olsa- daha önemli olduğu vurgulanır. “Etraf ne der ?” den başlayarak, “tek vücut ulusun, tek sesine” dek giden bu geniş yelpaze içinde, kollektifin sesi hep içimizdeki bireysel sesi bastırır. Kendi sesinin sessizliğine alışmış bireyler olarak büyürüz. Yetişkin olduğumuzda da, kolektifin değerleri ve sesi ile sarmalanmış, tözelliği, bel kemiği olmayan varlıklara dönüşürüz. Egemenin paranoyak ve korku söylemi ile özdeşleşiriz. İktidarın kendinden olmayanları hiçleştirerek nefret nesnelerine dönüştüren terminolojisi, kendi sesini unutmuş bireyin ortak sesine dönüşür.
Bu varlığın rasyonel aklını kullanarak kararlar vermesi giderek zorlaşır. Hele, sosyal adaletsizliklere karşı konması istendiğinde ise, çözülüp parçalanır ve itaat eden, suskun ve ondan istenileni yapan birine kolaylıkla dönüşebilir. Birçok katliam hikayesinde olduğu gibi, başkalarının güdümünde en korkunç eylemleri gerçekleştirebilir. Çünkü, öznenin öznelliğinde bir tekillik, karşı koyma, direnme kalmamıştır.
Üstelik, Türkiye gibi hiçbir şeyi sorgulamamanın, koşulsuz biat kültürünün yaygın olduğu bir ülkede, “normal” sıradan insanlar, adaletsizliklere, haksızlıklara, baskılara hatta yapılan katliamlara karşı suskun kalmaya devam ederler. Bireyler, izole olmak, cezalandırılmak korkusuyla, çoğunluk görüşüne karşı çıkmadıkları gibi, kimileri de çoğunluğun görüşüne gönülden katılır. Kolektifin gürültülü sesinin baskınlığı ve “aman karışmayayım, başıma iş açılır” kaygısı ve toplumun genel tavrının dışında kalarak, tecrit olma korkusu ile sessizleşirler. Çünkü, Arendt’in belirttiği gibi, “bu baskın saygın sesin baskısından kurtulmanın yolu, görünmemek, kamusal alanın dışında kalmakla mümkündür”. (2001: 206)
Pasif olmak, istekli olarak, hiçbir olaya karışmamak ise, sessizliğin bir spiral gibi giderek büyüyerek, basit bir haksızlıktan katliama kadar kadar uzanabilen olaylara izin vermenin yolunu açar. “Sessizlik spirali”, E. Noelle-Neumann’ın tanımıyla, bağlı olduğu, grubun genel görüşünden kopmamak için, kendi düşüncesini söylememek ve sessiz kalmakla başlar. Böylece bir spiral ortaya çıkar; kamusal alanda seslerini çıkarabilen çok küçük bir azınlığın dışında, spiral olmuş vaziyette, sessiz binlerce insan yer alır. Bu geride kalanlar sessizlikleriyle, baskın sesin daha da yükselmesini sağlarlar. (1989: 182)
Türkiye’de maalesef bu “sessizlik spirali” giderek artmakta, iktidarın baskıcı yüksek ve suçlayıcı sesi ortalığı inletmektedir. Adaletin ve kurumlarının işlevsiz hale getirilmesi, haksızlıklar, yasaklar karşısında suskun, toplumun kendi gölgesinden korkan bir yapiya dönüşme tehlikesini beraberinde getirir.
İranlı kadın hakları savunucusu Homa X. (ismi gizli), İran’da Mahsa Amini’nin öldürülmesinden sonra gelişen olaylara ilişkin İrfan Aktan ile yaptığı söyleşide İran’da suskunluğun yol açtığı elim olaylara dikkat çekerek Türkiye’lilere de mesaj gönderir:
“…..Susmamak ve uyanık olmak, elinizden alınan küçük hakların aslında uzun vadede büyük kayıplar olduğunun farkında olmak çok önemli……. Bence Türkiye’de de insanların bu bilince sahip olması çok önemli. Küçük bir hak kaybının bedelleri sonraki kuşaklar için çok ağır olabiliyor. Biz İran’da bunu yaşadık, yaşıyoruz. Bizden öncekilerin vermediği mücadelenin de bedelini ödüyoruz.”
Artı Gerçek, 24-25/09/2022
İşte, sessizliğin yol açabileceği “kötülüğün sıradanlığı” (Arendt, 2001a: 444) böyle bir süreç içinde gerçekleşebilir. Otoritenin yüksek sesine itaat, sessiz kalmak, sorumluluğu sürekli başkalarının üstüne atmak , en korkunç katliamları bile mümkün kılabilecek bir yolu hazırlar. Hiçbir “kötü niyeti olmayan” (Arendt, 2001a: 446) sıradan insanlar siddetin en önemli araçlarına dönüşebilirler.
Saime Tuğrul. Siyaset Bilimci, Doçent Dr, akademisyen. İstanbul bilgi Üniversitesi ve halen Işık Üniversitesinde öğretim üyesi. İletişim Yayınlarından Ebedi Kutsal Ezeli Kurban, Canım Sana Feda ve Dipnot yayınlarından Yitik Bellek, Yas, Kimlik, Yüzleşme adlı kitapları ve çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmış makaleleri bulunmaktadır.
Ref:
Hannah Arendt (2001a), Eichmann à Jerusalem, Folio Galimard, Paris
Elisabeth Noelle-Neumann (1989), “la spiral du silence. Une théorie de l’opinion publique” in Hermes, n. 4, Paris