Türkiye’nin Derin Dönüşümü Avrupa İçin Önemli – Marc Pierini | Carnegie
“Türkiye, Avrupalı ortaklarını etkileyen önemli siyasi, ekonomik ve dış politika değişimlerinden geçiyor. Ancak Türkiye’de genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken, asıl önemli olan seçmenlerin kendileri için nasıl bir toplum istedikleri.”
Marc Pierini’nin Carnegie Europe için kaleme aldığı 26 Ocak 2023 tarihli makalesinin İngilizce orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) Kasım 2002’de iktidara gelmesinden bu yana Türkiye, Avrupa ülkeleri ve kurumlarıyla uyum içinde ilk on yılını olumlu ekonomik ve normatif dönüşümle geçirdi.
2013 yılı, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “terörizm” olarak nitelendirdiği Gezi protestoları ve daha sonra Aralık ayında hiçbir zaman soruşturulmayan yolsuzluk suçlamalarıyla karşı karşıya kaldığı ilk dönüm noktasını oluşturdu. Bunun siyasi sonucu, AKP ile şimdiye kadarki müttefiki Gülen Hareketi arasında bir ayrılık oldu.
Temmuz 2016’daki başarısız darbeden Gülencilerin sorumlu tutulmasının ardından devlet kurumlarında büyük bir tasfiye, sayısız kovuşturma ve Moskova ile yakınlaşma yaşandı. Nisan 2017’deki anayasa referandumunda hiper-başkanlık sisteminin kabul edilmesinin ardından, Haziran 2018’deki cumhurbaşkanlığı seçimi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kişisel yetkilerinin fiilen güçlendirilmesine yol açtı. O zamana kadar Türkiye’nin siyasi mimarisi zaten Avrupa ve Batı standartlarından çok uzaktı.
2019 yılı hem içeride – Haziran’da tekrarlanmasına rağmen AKP Mart yerel seçimlerinde İstanbul da dahil olmak üzere büyük ölçüde kaybetti – hem de NATO’nun füze savunma mimarisine büyük bir darbe vuran Rus S-400 füze sistemlerinin Temmuz ayında teslim edilmesiyle dış siyaette ikinci bir dönüm noktası oldu.
2020 yılında Fransa ve Yunanistan’a karşı, bazıları deniz sınırları ve arama hakları konusunda önceden var olan davalara dayanan düşmanca hamleler görüldü. Avrupa standartları ile arasındaki farkın açılmasına rağmen Ankara, AB üyeliğinin nihai hedefi olduğunu ve NATO’ya tamamen bağlı olduğunu beyan etmeye devam etti.
İç siyasi cephede ise Türkiye şu anda bir seçim humması yaşıyor. Recep Tayyip Erdoğan yirmi yıldır ilk kez teorik olarak cumhurbaşkanlığı koltuğunu, meclisteki AKP-Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) çoğunluğunu ya da her ikisini birden kaybedebilecek bir konumda.
Önlem olarak, özel olarak hazırlanmış bir seçim kiti devreye sokuldu.
Seçim yasasının iktidar koalisyonu lehine değiştirilmesi; muhalefetteki Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) ya da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu gibi bireylere karşı yargı süreçleri; sosyal medyayı kontrol altına almayı amaçlayan “dezenformasyon yasası” ve vatandaşları sindirmeyi amaçlayan Osman Kavala davası gibi medya ve sivil toplumun susturulması bu kapsamda yer alıyor.
Bunun da ötesinde, devlet kurumları ve medya iktidarın güdümünde. Enflasyon ve döviz rezervlerine ilişkin istatistikler üzerinde oynanıyor. Bir yığın seçim harcaması yapılıyor. Bir de Batılı ortaklara karşı tekrarlanan milliyetçi söylemler ekleniyor.
Ekonomi cephesinde, Türkiye’nin yetkilileri düşük faiz oranlarının enflasyonu düşüreceği varsayımına dayanan geleneksel olmayan bir politikayı tercih etti. Bu politika şu ana kadar ortalama vatandaş için somut sonuçlar üretmekte başarısız olurken, kısa vadeli para ve doğrudan yatırım gibi Batılı sermaye girişlerini de caydırdı. Dahası, Rusya, Körfez ülkeleri ve diğer Batılı olmayan ortaklarla artan ticari ve mali ilişkiler, Türkiye’nin Amerikalı ve Avrupalı yatırım, inovasyon ve teknoloji tedarikçilerinden giderek daha fazla kopmasına da neden olmakta.
Dış politika alanında ise Batı ile Rusya arasında ilan edilen “denge politikası”nın ardında NATO ve Avrupa’dan uzaklaşma eğilimi görülüyor. Ankara Patriot ve Eurosam füzeleri ile F-35 savaş uçaklarını NATO ile olan güney sınırında saf dışı bırakma pahasına, füze savunmasında Rusya’ya bel bağlayarak önemli bir stratejik fayda elde edebileceğini düşünüyor.
Türkiye, NATO tarihinin kritik bir anında Yunanistan’a yönelik tehditlerini arttırıyor. Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığı ışığında Finlandiya ve İsveç’in, ittifakın yetmiş dört yıllık tarihindeki en önemli genişlemelerinden biri olabilecek NATO’ya katılımını engelliyor. Batı’nın Moskova’ya karşı uyguladığı yaptırımlara katılmaktan kaçınıyor. Rusya ile ticari ve mali ilişkilerinde bir patlama yaratarak Batı’nın yaptırımlarını kısmen telafi ediyor. Moskova’nın taleplerini karşılamak için Suriye politikasını tersine çeviriyor ve bunun sonucunda Türkiye’deki Suriyeli mülteciler için riskler ortaya çıkıyor. Şimdi de Kıbrıs’ta iki devletli bir çözümü savunuyor. Bu gelişmelerle eş zamanlı olarak Ankara, daha fazla özerklik hedefiyle askeri sanayisini önemli ölçüde geliştirmeye devam ediyor.
Özetle, Türkiye’nin siyasi, savunma, ekonomik ve dış politika temellerindeki dönüşüm çok derindir. Bu unsurlardan bazıları seçim sonuçlarından etkilenmese de bazıları etkilenecektir.
Tüm bunlar Avrupa ve genel olarak Batı için üç alanda önem taşıyor.
Güvenlik alanında, Ankara’nın Batı’dan bağımsızlaşma arayışı Moskova tarafından Türkiye’yi giderek daha fazla Rusya’ya bağlama politikasına dönüştürülürken, bu durum NATO ve AB için kayıp anlamına geliyor.
Türkiye’nin yeni savunma mimarisi, Rusya’ya yaptırım uygulamayı reddetmesi, Yunanistan’a karşı düşmanca söylemleri ve yeni Suriye politikası seçim sonuçlarından bağımsız olarak Batılı ortaklarla kalıcı ayrılıklara dönüşebilir. İktidarın seçimleri kazanması, Moskova’nın NATO ve AB pahasına uzun vadeli hedeflerini ilerletmesine büyük ölçüde yardımcı olacaktır.
Benzer şekilde, ekonomik ve ticari alanlarda da Türkiye kaçınılmaz olarak Avrupa çıpasının bir kısmını kaybedebilir. Otomotiv endüstrisi gibi Türkiye’deki sabit Avrupa sanayi varlıkları kalır, ancak daha fazla büyüme gösteremez.
Doğrudan yabancı yatırım teknoloji ve inovasyon için bir araç olduğundan, Türkiye yeri doldurulamaz bir teknolojik ilerleme kaynağını kaybeder, Avrupa ülkeleri ise dinamik Türk sanayi ortaklarını kaçırır. Rusya ve Körfez ülkelerinin ise endüstriyel beceriler açısından sunabilecekleri başka bir şey bulunmamaktadır.
Siyasi arenada ise Türkiye, Rus yönetim tarzını takip etmeye ve içselleştirmeye devam ederse kendisini demokratik dünyadan uzaklaşmış bulabilir. Bu da Avrupa ülkeleri için kötü bir haber olur, zira sürekli sorun çıkaran bir komşuyla baş etmek zorunda kalabilirler.
Daha da önemlisi, Türkiye vatandaşları, hukuksuzluǧa ve sürekli komplo teorilerine dayanan yerleşik bir otokratik yönetim sisteminden muzdarip olmak zorunda kalabilirler. Nihayetinde, Türkiye’nin yaklaşan seçimlerinde yabancı ülkeleri ilgilendiren riskler yanlizca ikincil derecede önemlidir. Önemli olan seçmenlerin kendileri, çocukları ve ülkeleri için nasıl bir toplum istedikleridir. Çin, İran, Rusya ya da Suriye otokrasileri pek çok kişiye cazip gelebilir, ancak Türkiye’nin bunları taklit etmekle kaybedeceği çok şey var.
Marc Pierini, Carnegie Europe’da kıdemli araştırmacı olarak çalışmakta ve araştırmalarında Avrupa perspektifinden Orta Doğu ve Türkiye’deki gelişmelere odaklanmaktadır.