Üç başkan
Bu yazı “Türk tipi başkanlık sistemi var mı?” sorusuna cevap arayacak. Son söyleyeceğimi hemen söyleyeyim, evet var. Tam bir ucube olmasının yanı sıra sanıldığı gibi işe yarar yani etkin bile değil.
Başkanlık sistemine geçiş sırasında sık sık iki yabancı başkanlık rejimi, Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa örnek gösteriliyordu. 16 Nisan 2017 anayasa değişikliği referandumunun üzerinden altı sene geçti ve Türkiye bu sistem dahilinde yeni bir seçime doğru adım adım ilerliyor. Hem bilanço yapmanın hem de diğer rejim modelleriyle karşılaştırmanın tam zamanı.
Referandumda sorulan soruları hatırlayalım:
Türkiye, parlamenter sistemi kaldırıp başkanlık sistemini benimseyerek partili cumhurbaşkanına yürütme yetkisi vermeli mi? Başbakanlığa son vererek cumhurbaşkanı ile onun atayacağı cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlardan oluşan bir hükûmet sistemi benimsemeli mi? Hem cumhurbaşkanına hem meclise seçimleri yenileme yetkisi verip ikisinin seçimlerinin birlikte yapılmasını kabul etmeli mi? Seçilme yaşını 25’ten 18’e düşürmeli ve milletvekili sayısını 550’den 600’e yükseltmeli mi? Mahkemelerin tarafsızlığına anayasada yer vermeli ve HSYK’nın yapısını değiştirmeli mi?
Katılım oranı % 85 olan 2017 referandumunda “evet” sadece %51,41 ile kazanmış, bu sonuçta da %59,10 oranında “evet” diyen, Türkiye’de yaşamayan diasporanın önemli bir payı olmuştu. Bu tarihten sonra parlamenter rejim hızlıca kaldırıldı, başbakanlık makamı ilga edildi, ve bakanlar kurulunun yanına paralel bir başdanışmanlar kurulu oluşturuldu. 2023’de söz konusu bakanlar kurulu 11 kişiyken, “başdanışmanlar” 36 kişi.
Türk tipi başkanlık rejiminin iki önemli ve devletin doğasını değiştiren sonucu oldu. Bunlardan biri Kanun Hükmünde Kararnamelerin (KHK, 2018 seçimlerinden sonra anayasanın 91’inci maddesi yürürlükten kaldırılması ve KHK’ların Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerine dönüşmesi – CBK) genelleşmesi ve dolayısıyla yasamanın varlığının anlamsızlaşması. Elbette yasama Türkiye’de çoğunlukla (her zaman değil) yürütmenin emrindeydi ama yeni sistemde yasama işlevini tamamen kaybetti. 2018’den beri Meclisin yasalaştırdığı kanun 1/3 azaldı. Aynı tarihten beri Resmî Gazete de TBMM tarafından değil Cumhurbaşkanlığı tarafından yayınlanıyor.
Yürütmenin yasamaya tahakkümü Cumhurbaşkanının aynı zamanda parti başkanı olarak kalmasıyla daha da yoğunlaştı. Tabii eskiden de siyasi bir partiye hâkim Cumhurbaşkanları olmuştu (Özal, Demirel…) ama yeni sistem devletin bütün aygıtlarını bir partinin emrine verilmesine ve partinin çoğu yerde devletin önüne geçmesine yol açtı. Hem vali partili oldu hem de il başkanı validen de belediye başkanından da daha güçlü konuma geldi. Artık milletvekillerini de, hatta Belediye başkanlarını da, valiler gibi aynı makam atamaya başladı. Yargı elbette kâğıt üzerinde bağımsız ve tarafsızdı ama 2010 referandumundaki göreceli bağımsızlık (hani “yetmez ama evet” diyenlerin HSYK’yı Fethullahçiilara bırakmakla suçlandıkları referandum) 2017 referandumuyla sıfırlandı.
Böylece ta Montesquieu’den beri bir “Devlet”in olmazsa olmazı Yasama, Yürütme ve Yargı arasındaki Kuvvetler ayrılığı kayboldu. Sanıldığı gibi pozitif bir anlam içeren “Kuvvetler birliğine” değil (hani birlikten güç doğar, kararları hızlı uygulayabilme yetisi vs) “Kuvvetler tekliğine” dönüştü. Bu teklik elbette kontrol mekanizmaları sıfırlandığından hata yapma riskini arttırdı ve “Kuvvetler tekliği” pahalıya mal oldu, büyük hatalar yaptırdı. Bu hata bedellerine örnek verilecekse ekonomik krizde mütemadiyen merkez bankasına müdahale edip milyonların fakirleşmesine yol açılmasından, ya da depremde devlet kadrolarının yandaşlara peşkeş çekilmesi nedeniyle kurumların çalışmamasından, on binlerce insanın depremde değil de sonrasında kurtarılamamaktan ölmesine sebep olunması bunlara gösterilebilecek en yeni örneklerden. Türk tipi başkanlık rejimi kontrolsüz bir güç. Hem sakar, hem bilgisiz, hem de, sık sık kötü niyetli. Ve elbette ABD başkanlık rejimi ve Fransa başkanlık rejimi ile benzerlikleri sınırlı, zira bu iki tip başkanlıkta da kurumsal, siyasal ve bölgesel denge ve kontrol unsurları var.
ABD’de Başkan, hem devletin hem de hükümetin başı olarak hizmet veriyor, bu doğru. Başkan, ülkenin yasalarını uygulatmak, silahlı kuvvetlerin başkomutanı olarak hareket etmek ve dış politika yürütmekten sorumlu. Dört yıl için seçiliyor ve ikinci bir dönem için yeniden aday olabiliyor, ancak asla iki dönemden fazla görev yapamıyor. Cumhurbaşkanlığını iki dönemle sınırlayan 1951’deki 22. Anayasa değişikliğinden beri bu durum ABD tarihinde hiç görülmedi. (Daha önce 1933-1945 arası Franklin Roosevelt dört kere başkan seçilmişti).
Sistemde en önemli denge unsuru Kongre, iki ayrı meclisten oluşan bir yasama organı: Senato ve Temsilciler Meclisi. Senato, her eyaletten iki senatörden oluşurken, Temsilciler Meclisi, nüfusa göre her eyaletten seçilen temsilcilerden oluşuyor. Kongre, federal yasaları yapmakla sorumlu ve savaş ilan etme yetisine sahip tek kurum. Başkan, Kongre tarafından kabul edilen yasaları veto etme yetkisine sahip olsa da, Kongre, üçte bir çoğunluk oyuyla vetoyu geçersiz kılabiliyor. Diğer bir deyişle kongre başkana karşı bir güç oluşturuyor
Kaldı ki Amerika Birleşik Devletleri federal bir sisteme sahip. Tocqeville’in de fark ettiği gibi kuvvetler ayrılığı hem dikey hem de yatay zira güç ulusal hükümet ve eyalet hükümetleri arasında paylaşılıyor. Eyaletler egemen yetkilere ve sorumluluklara sahipler. Eyalet valileri, savcıları, emniyet müdürleri… seçimle geliyor. Valiler, örneğin eğitim politikası belirleme, ceza hukuku, medeni hukuk gibi konularda karar verici konumundalar. Federal hükümet, ulusal savunma ve dış politika gibi ülke genelini etkileyen konulardan sorumlu. ABD Anayasası, federal hükümetin belirli yetkilerini belirliyor ve tüm diğer yetkileri eyaletlerin sorumluluğuna bırakıyor. Diğer bir deyişle dışarıda çok güçlü görülen ABD başkanı içeride oldukça zayıf. Dikey kuvvetler ayrılığını, yani Ademi-merkeziyetçi bir sistemi Kürt paranoyasından gerçekleştirememiş, yatay kuvvetler ayrılığını (Yasama, Yürütme, Yargı) yerle bir etmiş bir Türkiye ile tek benzerlik başbakan olmaması ki bu da bir analoji üretmeye yetmez.
Sanıldığının aksine, Chirac reformundan beri (24 Eylül 2000 referandumu), Fransa başkanlık sistemi, yarı-başkanlık olarak adlandırılsa da uygulamada Fransız Cumhurbaşkanına ABD cumhurbaşkanından daha fazla güç vermekte. Sistem, güçlü bir yürütme organı ve iki meclisli yasama organına sahip. Fransa Cumhurbaşkanı, ulusal politikayı yönlendirme ve ülkeyi yurt dışında temsil etme gibi geniş yetkilere sahip. Cumhurbaşkanı, hükümeti yöneten ve Cumhurbaşkanının politikalarını uygulamaktan sorumlu olan Başbakanı atıyor. Ayrıca bakanlar ve devlet sekreterleri gibi hükümet üyelerini de atama yetkisine sahip. Gene Jacques Chirac, 5. Cumhuriyetin ruhunu 2004’de Nicolas Sarkozy için sarf ettiği je décide, il exécute (ben karar veririm, o uygular) kelime oyunu ile özetlemişti (exécuter Fransızca hem uygulamak hem de emre itaat etmek anlamına gelir). Bu açıdan bakıldığında Fransa Cumhurbaşkanı Türkiye Cumhurbaşkanı ile benzerlik gösteriyor. Hatta Cumhurbaşkanı, Fransız parlamentosunun alt kanadı olan Ulusal meclisi feshetme ve yeni seçimlere karar verme yetkisine sahip. Aynı Türkiye’de olduğu gibi.
Ama gücü sınırsız değil. Her şeyden önce, iki turlu, tek milletvekili seçen, dar bölgeli genel seçim sistemi sayesinde milletvekilleri Cumhurbaşkanına değil seçmenlere karşı sorumlular. Dahası, Fransız Parlamentosu, Ulusal Meclis ve Senato’dan oluşan iki meclise sahip (1962-1980 Türkiye’de olduğu gibi). İki kanadın arasında Ulusal Meclis daha güçlü durumda, zira yasama işlerinde son söz sahibi. Ancak, Senato, hem daha uzun süreli dolaylı bir seçimle oluşuyor, hem de yasama sürecinde kanun incelemesi yaparak Ulusal meclis’e önerilerde bulunuyor. Ayrıca, yürütme organının eylemlerini inceleme, ulusal öneme sahip konular hakkında soruşturma yapma gibi önemli bir rolü de var.
Kaldı ki, 1981’den beri Fransız sistemi yerelleşme yani ademi-merkeziyetleşme sürecine girdi. Hâlâ merkezi hükümetin gücü yüksek olsa da bölgeler, iller ve belediyeler gibi yerel yönetim organları, eğitim, kamu işleri ve toplu taşıma gibi önemli görev ve sorumluluklara sahip artık. Bu durum önemli yönetim alanlarında daha fazla yerel kontrol sağlarken, ulusal politikaların yerel ihtiyaç ve öncelikleriyle uyumlu bir şekilde uygulanmasını da sağlıyor. Yerelleşme süreci, merkezi hükümetin gücünü dengelemek ve Fransa’nın tüm bölgelerinin siyasi sürece katmak için de bir yol olarak görülebilir. Zaten o yüzden de yerel seçimler hep genel seçimin yarattığı siyasal iktidara karşı bir denge unsuru olarak görülmekte.
Fransız cumhurbaşkanlığı sisteminin içindeki kuvvetler ayrılığı ve dengeleme, gücün adil bir şekilde dağıtıldığını ve hiçbir hükümet organının diğerleri üzerinde hakimiyet kuramamasını sağlamak için önemli. Ve son bir denge unsuru daha var: Gelenekselleşmiş kurumlar. Anayasa Konseyi, Sayıştay, Özerk Üniversiteler gibi devlet kurumları, sendikalar, dernekler gibi özel oluşumlar muhalifliklerini, güçlerini hâlâ sosyal hayatta ya da sokakta grev-yürüyüş yaparak gösteriyorlar. Fransa’da da bir otoriterleşme süreci yaşanmakta ise de Cumhurbaşkanından hâlâ “Élysée’nin kiracısı” olarak söz edilmekte, ev sahibi olarak değil.
İki durumda da Türkiye Cumhurbaşkanlığı sistemi ile temel bir fark var. Kontrol ve denge mekanizmalarının varlığı. ABD ve Fransa Cumhurbaşkanları hata yapmıyorlar mı? Yapıyorlar elbette, hem de dev hatalar, ancak bu hatalar bile kolektif hatalar, bireysel olarak görülemezler. Türkiye’deki sistem kendini eleştiriye ve kontrole o kadar kapadı ki eleştirilebilecek tek kişi kaldı. O da eleştirene dava açıyor.